Dostlar,
Daha yeni Flying Dutchmen de okudugum bir yazi uzerine bir yorum yapma ihtiyaci duydum. Ozet gecmek gerekirse yazi, taraftar gruplarinin Avrupa’daki ustun etkinliginden bahsederken taraftarlikla ve fanatizm ile övünen Türk Futbol izleyecisinin taraftar grubu oluşturmada ve etkinleştirmede zayıf olduğundan bahsediyordu. Taraftar grubu “Ultra” kavrami sosyo-politik hafif sol eğilimli bir kesimi tabir etmek icin kullanilan bir terim haline dahi geldi. Gruplar hem bulunduklari şehrin, hem küluplerinin karar mekanizmalarinda etkin, liderlik yapan çözüm götüren ve diğer toplum bireylerini harekete geçiren kesimler oldu.
Ancak Türkiye’de en güçlü diye bilinen 3 istanbul takiminin taraftar gruplari, bu tip Avrupa gruplarinin etkinliğinin çok gerisinde kaldi. En çok bilinen Çarşı grubu dahi, bir kaç pankart hazirlamaktan öteye yerel yönetim ve kulüp yönetimi hatta ülkenin kararlarini etkilyecek seviyede düşünen tartışan ve eleştiren bir yapı olmaktan uzak... Peki ya ne bekliyordun ey hollandali- sıradışı bir grup kursak aramizdan birini de “başbakan ismail” tarzi başbakan mi yapsak? Yazi değinmemiş ama ben merak ediyorum işte bizde neden olmuyor bu işler ve aklıma geldikçe başlıyorum yazmaya brainstorming kafasinda:
Öncelikle en büyük sikinti ülkemiz uzerinde olan doğu kültürü ve islami düşünce yapısı.. Bizim halkimiz kavgayi gürültüyü sever ama kolay kolay kendi icinde ayaklanmaz. Ekonomik krizlerde gördüğümüz tipik özelliktir bu; bizler “buna da şükür bir yolunu buluruz” derken, bati halki ortalığı birbirine katar kendi şehrini ateşe verir. Bakmayin siz kurtuluş harbindeki ayaklanmaya, oradaki yapi hem konjokturel olarak daha farkli bir Anadolu’yu iceriyor hemde 10 yillik savaş hali hiç kesilmemiş bir düzen var. Ki zaten Milli Mücadele’nin halkin tamami tarafindan benimsendiğini ve kabul gördüğünü düşünen dostlara çok fazla Kemal Kara’nin tarih kitabini okumuş derim... Bizler şükretmeyi, dua etmeyi sever, “Allah bir çaresini gösterir” demeye alışmış insanlariz.. Kemer sikariz, hatta galeyena gelip tek başına eylem yapmaya çalışan, bireyleri de bir güzel döver, yaka paça götürürüz. Inanin bir çoğumuza göre haline şükretmemek fazlasini istemek bir nevi günahtir, aç gözlülüktür... Aha size tipik bir doğu düşünce tarzı... O yüzden bizler tepkili, görüşünü savunan ve amaçlari peşinde koşan grup kuramayiz dostlar.
Bunun yaninda bir diğer özelliğimiz yine kültürümüzden kaynaklanir, ki bizler malesef grup/ parti ve çoğunlukçu paylaşımlara açık değiliz.. Ya ulan bizler lider /hükümdar seven insanlariz, bir grup olarak birlikte hareket etmek demokratik karar almak gibi bir yanimiz var mi? Atilla’dan Melikşah’a, Fatih’ten Kanuni’ ye bizler hep lider arkasinda giden bir toplumuz, baştaki adam ne derse gideriz peşinden.. Adam yürüyün dedi, Orta Asya'dan Viyana'ya kadar yürüttü bizi! Ha diyenler olacak: sonra Cumhuriyet’i kurduk, ve lider peşinden gitmiyoruz artik demokrasi var politik görüşümüz peşinden gidiyoruz değil mi? Hmm evet evet aynen öyle burcucum, seni “kral” tv in ile başbaşa birakiyorum... O yüzden dostlar bizler, düşünce yapisini savunmaya çalışan bir grubun peşinden gidip bir grup bilinci ile hareket edemeyiz, biz lider arariz aga..
Son olarak diyeceğim şudur ki, bu genel yapidan sıyrılmış, grubunu kurmuş kafada adam bulsan da destekçi bulamazsin be kardeş.. Bizim analarimiz her sabah evden çıkışta öğütler ; “aman çoçugum sen işine, okuluna git aman sağa sola anarşiklere karışma!”. Ya bu ne kadar pasifize bir düşünce tarzıdır, sen karışma, sen bulaşma tarzi... Anti-politik insanlariz biz, bu işlere bulaşmak çok sikintili, grup kurmak ise büyük garipliktir. Sen bir taraftar grubu olarak şehrinde yaşanan trafik, sağlık, sosyal sorunlara tepkini gösteremezsin ki zaten, çünkü “aman sen karışma” diye alıştık biz.. Sen maçını izle evine dön aman bu tip işlere bulaşma, neyine senin bu grup işleri? Yani belki adam fikrini benimser, katilir ama destek vermez, gruba kaynamaktan çekinir, apolitize olmuştur çünkü kafasi...
Velhasil, Avrupa’li sormuş: “Sizin niye böyle etkin, siyasal ve sosyal görüşü olan taraftar birlikleriniz sivil gruplariniz yok?” Türk yanıtlamış “ Hade len ordan gelip buradan bizi kışkırtıyor anarşik i.ne, biz iyiyiz böyle çok şükür bizim taraftar alayina gider”. Gideriz dostlar be, gideriz...
24 Ağustos 2010 Salı
14 Ağustos 2010 Cumartesi
Korea DPR
Askere gidenler bilirler. Acemilik denen 4 haftalık süreçte(kısa dönemler için bahsediyorum) 3 5 beden eğitimi hareketi, tüfekle ilgili hareketler, sağa dön - sola dön, esas duruş, yat, çömel gibi emir kiplerinin nasıl uygulanacağını öğrenirsiniz. Ama asıl önemli olan şey, ailelerinizin gelip sizi bi kaç saat boyunca izleyecekleri yemin törenine hazırlatmaktır. Kimin hangi sırada yürüyeceği, ne zaman komutana bakılacağı, tay adımlarının nerelerde atılacağı konusunda günlerce eğitim alırsınız. Sonunda da aileler ve komutanlar gelip sizi bir şekilde denetler..
Bundan bi süre önce Kuzey Koreyle ilgili izlediğim bir videoda ben diyim 10bin, siz diyin 20bin kişinin bando ekipmanlarıyla beraber aşırı senkron biçimde ülkelerinin kuruluşunun 75. yılını kutlayışlarını izledim. İnanılmaz uyumlu, hataya yer olmayan, bilgisayarda efekt olarak yapsanız ancak o kadar mükemmel olur diyebileceğim bir şekilde, insan değil de makineymişcesine hareket ediyorlardı. Bu törenler sadece senede 1 kere olmuyor; büyük liderin doğumu, Kore savaşının sonucunda emperyalist şeytan olan ABD’ye karşı kazanılan zafer kutlamaları, bağımsızlık günü, gençlik ve spor bayramı gibi bir ton günde bu inanılmaz gösterileri yapıyorlardı..
Şimdi matematiksel olarak düşününce yemin töreninde 1, 2 saatlik bir süre için korkunç baskı ve otorite altında 1 ay boyunca eğitim alan biz Türk gençlerinin dramı ile, senede 5-10 kere büyük lider’in karşısına çıkıp, hata yaptıklarında ülkenin saçma sapan yerlerine çalışma kamplarına gönderilme riski taşıyan, hayatlarının her anı denetim ve baskı altında olan gariban zayıf Korelinin dramı arasındaki fark matematiksel olarak buna eşit çıkıyor: ∞
Dünya kupasında Portekize 7-0 gibi garip bir skorla yenildikten sonra bu törenlerin yapıldığı alana çıkartılıp halk tarafından aşağılanma cezasına çarptırılan Kuzey Kore milli futbol takımı hakkında da çok yazılabilir. Ama Teknik Direktörlerinin ceza olarak bir inşaatta çalışmaya gönderildiğini söylesem gerisini siz tahmin edebilirsiniz sanırım..
Kutlamaları buradan izleyebilirsiniz..
5 Ağustos 2010 Perşembe
Shutter Island - Scorsese's Fire
Dostlar inceptiondan sonra begendigimiz filmleri yazma kafasina girdik hadi hayirlisi... Bu sefer size averaj Turk izleyicisinin hakkini yediği fakat benim yine yerimde duramadan izledigim cok cok iyi bir filmden bahsedecegim: Scorsese’nin Shutter island’i son bir kac yilin sinemada izledigim en enteresan filmi belki de...
Yanliz filmi izleyeli cok oldu dostlar, o yuzden bu sefer biraz kaynak götüm durumlari olabilir, yada isimleri hikayeyi hatirlamak için bir kaç yeri okuyabilirim.. Ha plagiarism derseniz, sikayet edin lan.. yada istemiyorsaniz okumayin, ki bence internet uzerinde plagiarism (turkcesi ne ya bunun?) kavrami cok farkli boyutlara geldi.. Bunu da open source & paylasim kafali sevgili dostlarim bir yazsa da biz de okusak...
Neyse filme donuyorum yine full shutter island spoiler, izlemediyseniz okumayin, sonunu da soyleyecegim cunku...
Spoiler starts---- (okumayin bakin bok edecegim filmi)-------
Simdi öncelikle dikkatinizi cekerim, film bir kitap uyarlamasi.. Ve sinema tarihinde kullanilmis siradan gorunen bir senaryoyu alip, Scorsese dehasi ile cok ufak hamleler ile seyirciyi yerden yere vuracak tabiri caizse, devreleri attiracak bir film haline getirmis... burada ince detaylara cok giremeyecegim fakat genel orgu uzerine yapacagim yorumlarimi...
Film genelde karanlik cekimler ve sikintili bir atmosfer ile basliyor ve hemen hemen hep oyle devam ediyor. Adamimiz Leo, bir polis olarak basliyor ise, ortagi ile beraber arastirmaya basliyorlar cinayeti, sanki sikintili bir tuzak dönüyor etraflarinda, yeterli detaylari bulamiyorlar, hersey onlardan gizleniyor, korkutuluyorlar falan... Cok onemli bir hasta ve doktoru kayip, ulan bir oyun oynuyorlar diyorsunuz.. “cok akilli sinema izleyicisi”, “abi bu bizim polislerde bir yamuk olmasin” diye kıllanmaya basliyor...
Filmde flashbackler cok cok iyi kullanilmis, resmen bir şölen... oyle ki Leo (teddy dainels) in sikinitili durumunu WW2 da yasadiklarina ve karısının kaybına bagliyoruz önce, ulen diyoruz adam sapitmis biraz normaldir. Bu arada ww2 nin hikayesine bilare deginecegim... Burada hava da bozuk ada zaten deliler yurdu, adamda bir sikinti zaten makul karşılaniyor. Ancak filmin ilk vurucu sahnesi, polis dostlarimizin bir deli hanim kiziyla gorusmesi sirasinda yasaniyor. Kadin su istiyor, filmde ilk defa su verirken bir gariplik oluyor ve dolu gelen su bardagi bos mu boş su doluyor mu neyse ne o şekilde o su iciliyor?! Orada bir gariplik oluyor. Bundan sonra ise siradan seyirci ile kafasi acik sinemaci dostlar ayriliyor..
Ilerleyen sahnelerin tamami psiko gerilim kliseleri icinde devam ediyor, herkes yok ha katil Leo(Teddy) yok ha degil derken, garip aksiyon ve kosusturma sahneleri sonunda bir sizofreni klisesi ile aslinda katilin kendisi oldugunu ayni kisi olduklarini ve yaşadığı cok buyuk travma oldugunu ogreniyoruz.. “Aaa ben tahmin etmistim, ulen son dakikaya kadar merak ettirdi emin olamadik eheheh” laflari arasinda, hoop diyorum “o kadar da degil lan” aynen geriye donuyorum.
Bardakla su sahnesinden kafasi acik sekilde düşündürdükleri ve filmi şimdi bir de bu açıdan yaziyorum. Dostlar, su bardagi ve su sahnesinden sonra, cok ilginc bir sekilde, filmin her noktasina su damgasini vurmaya basliyor. Bastan beri “ada” hali dolayisiyla gorup de dert etmedigimiz bu su manyakligi, o sahneden sonra doruga ulasiyor.. Gunlerce durmayan yagmurlar, firtina sel felaket, yuz yikama sahneleri su icme sahneleri mukkemel sekilde koatik bir ortam yaratiyor. Karakter rüyalarinda da suyu goruyor. Haa “su” demisken tabi yine sinema sever dostlarim dikkat etmistir, suyun oldugu yerde “ates” de eksik olmaz. Suyu kafaya takmamiz ile ayni dakikalarda bu sefer “ates” de filmin icinde simgesel bir sekilde ortaya cikiyor. Mum isigi, sömine alevi, surekli çakmak ve sigara yanışı sahnelerini hatirlarsiniz.. uzerine magarada ateş yaninda geçen zamanlar, ve ateşli patlamalar.. yanginlar.. ruyada ates ve su gorselleri.. Ulen sonradan gördüm afişte bile ateş var!
Bu ates vs. su kafasini aklinizda tutun, 2 tane trajik flashback e geri donelim. Oncelikle adami bu hale getiren ailevi dram. Yaw o sahne daha ne kadar trajik cekilebilir.. Kadinin kaybi diye düşündüğümüz olay neye bağlandi, muhteşem.. O caresizligi, o trajediyi ve kaosu bu kadar zaman sonra bile gozumun onunde, unutmuyorum. Ve o sahnede yine su.. Simdi suyun neden kritik oldugunu anliyoruz, yada suyun tarihsel sembolik ozelligini “atesi sondurme hayati durdurma” durumuna bir gönderme bile olabilir. Bir de WW2 hikayesi var, kahramanimiz savas esiri olarak teslim alacagina Nazi askerlerini direk vuruyor, suçlu olup olmadiklarina bakmadan (yargilamadan). Yine manyak kafada bir sahne... Burada da hatırladığım kadari ile sanki ateş ve su kullanilmisti, sonra yangin mi cikiyor, yukaridan su puskurtuluyor, oyle bir sey olmustu diye hatirliyorum.
Uzun oldu, aralari geciyorum ama geldim filmin en güzel sahnesine. Son 30 saniyelik tamamen Scorsese imzali kapanış sahnesi.. Leo Son sahnede tekrar sizofren Teddy oluyor, doktor yanina geliyor, yine sigara ve ateş kafasi, aksani degisik bir sekilde hala ama hala şizofren Teddy oldugunu düşündügünü belli ediyor. Doktor diyor bu olmamiş beynini alalim, ama tam giderken “canavar gibi hatirlayaralk yaşamaktansa beyinsizliği tercih ederim” kafasinda bir cümle ediyor... Ama öyle bir yansıtıyor ki adam sahneyi bambaşka, oyunculuk da bir o kadar efsanevi kimse anlamiyor da sadece seyirci anliyor. Ve orada kafasi acik seyirci düşünmeye başlıyor:
Ulen yoksa; bütün olay adamin bütün hatiralarindan kurtulmak için yaptığı şizofrenik bir numara mıydı? Sadece hatirlayamamak için kendini Teddy olarak gösterdi cümle aleme, ve o şekilde son ayları yaşamış olabilir mi? Sürekli beyin ameliyatini doktorlara sormasi bu yüzden olabilir mi? Peki ateş bulunan sahnelerde numaradan şizofren, su bulunan sahnelerde adam kendinde olabilir mi? Su- saflığı ateş –sikintiyi simgeledi bütün film. Yada su ile yaşanan trajedi den sonra su saflığını kaybetti mi? Yaw adam numaradan sizofren mi oldu, yoksa şizofren oldu, sonra öğrendi sonra tekrar numaraya mi döndü? Bu loop kac kere yaşandi noluyor lan?
Son soz: Ateş vs. Su, Deli vs. Akıllı, gibi kavramlarin yaninda bir de enteresan tespit. İki kere flasback cinayeti var filmde, birinde adam “delirip” Nazi askerlerini vuruyor, ikincisinde anne “delirip” çocuklarını vuruyor. “akilli” seyircilerden hepsi Nazi askerinin ölümünü umursamiyor, anne ve çocuklarin hikayesi insanlari hüngür hüngür ağlatiyor. Hangisi neden daha tolere edilir oluyor?
2 Ağustos 2010 Pazartesi
the Fall
Dostlar, Uzun zamandir evde beklettigim, “yanina guzel bir hazirlik yapmadan kafa rahat etmeden izlemeyeyim su filmi” diye sakindigim “The Fall” filmini izledim sonunda. Bir Pazar aksami, yapilacak bir sey yok, elimde uzun zamandan sonra manava gelmis washington portakali, koyayim dedim su filmi.. Haftasonu da fena gecmemis hani, keyfim az cok yerinde; guzel bir film uzerine patlatsak bu hafta rahatca gecer diye dusunerek.
Tek sikinti; filmi yalniz izledim dostlar. “Vay anasini! Yuh aq!” tarzi yorumlari yalniz yapmak kesmedi ondan yazayim dedim, hem tekrar mahiyetinde kafayi toplamak hemde abi cok farkli kafalar vardi diye anlatmak icin.. Ustelik bu sefer kaynaklari da okumadim internette, dur dedim ben kafamdakini yazayim, sicarsak sivayacak birsey buluruz diyorum.. Bu arada telefonlar, takilmalar ve altyazi sikintisindan cok yavas izledim filmi, ondan bu kadar detaya sarmış olabilirim.. Dolayisiyla size izlediginizi varsaydigim filmi anlatacam yeni bir sey degil. Ha izlemediysen okuma artik yazimi, sana degil o zaman, spoiler icerir bozar keyfini...
Bak bundan sonra komple “the fall” spoiler---- kitleleri hedeflemiyorum oylesine yaziyorum sadece izlerken konusmadigim icin ve son kez uyariyorum... izlemediysen okuma..
------ Spoiler ------
Oncelikle bu hafta izledigimiz cok cok iyi sinifinda yer alan “inception” adli filmden sonra bunu izlemek iyi oldu. Inception da gorsellik, fikir ve senaryo orgusu iyiydi ama daha fazla derinlik daha fazla sembolizm daha fazla felsefe bekledik ya, tam kesmedi gazimizi dedik ya, bu filmde detaya ve sembole doyduk.. hatta bir ara vizyon karsisinda zevkten kahkaha attim, adam ne yapmis be abi.. Ha diyecegim sudur ben kendi anladigimi yaziyorum, uzman degilim gotumden uyduruyor da olabilirim, sictiysam kusura bakmayin..
Direk giriyorum detaylara dostlar, oncelikle oyunculuk ile baslayalim.. Kucuk kiz dokturmus filmde abi, bu kadar dogal bu kadar keyifli bir oyunculuk gormedim.. Ingilizce aksani, kelime dagarcigindaki yetersizlik, tek kolunu kullanarak yaptigi el hareketleri efsanevi... Bayildim kiza, kim bulduysa ellerine kollarina saglik...
Masal olayi bambaska, gercek vs masal iliskisi cok cok iyi yapilmis.. Hatta bir ara masal kimin masali diye kitlendigim anlar oldu. Soyle ki, adam “indian” diyerek kizilderili adam koyuyor filme, kendisi kovboy ya, kiz zayif ingilizcesi ile “hintli” yapiyor onu.. Yani masali adam anlatiyor ama kizin anlayışı ve bakis acisiyla izliyoruz, bir kac yerde yine bu yasaniyor baya iyiydi.... En sonda zaten kiz “benim hikayem de boyle olmaz” diyor ya kimin hikayesi iyice karışıyor orada... Adam git başkasindan dinle happy ending istiyorsan olayi da cok iyi...
Karakterler bir efsane.. Darwin, ki kendisini grubumuz icinde saygiyla anariz, cok ince sekilde dokundurulmus.. Bilirsiniz, Darwin’in bir ogrencisinden “ilham aldigi” aslinda olayin ogrencisinde oldugu soylenir. Yandaki maymun aslinda herseyi soyluyor kendisi de krediyi aliyor ya, cok cok hosuma gitti. Onun maymun olmasi ayrica iyiydi.. hele hele maymunun durdugu kaseden cocugun cikmasi tecavuz gibi oldu, maymundan gelme kafasi bu kadar mi guzel verilir emegine saglik..
Gelelim daha ince olaylara: Kelebek kafasi.. Bilirsiniz kelebek ruhun yeniden dogusunu, reankarnasyonu simgeler. Dusus, intihar vs yeniden dogus kafasi ile kelebek bu kadar mi guzel koyulur ortaya be abi.. Ince ince alttan kelebek vardi tüm filmde.. hayran birakti bravo..
Kelebek demisken hemen sahne gecislerine geciyorum, kelebegin adaya donustugu sahne, kahve dokulen ortuye basilan elin kana gecisi, agactan adam cikmasi ve daha nice gecisler efsanevi idi. Hay aq diye bagirdim tek basima evde.. bir gorsel sov yaratti.
Dinsel ogelere deginmek gerekirse, ruhu temizleme ve arinma kafasi farkli dini sembollerle nasilda güzel verilmis alttan.. Sayarsak bir kacini: hristiyanliktan aldigi kilise ve ekmek parcasi sahnesi vardi mesela, ruhun arınması için yenirmiş, kiz o kadar saf ki ruh kelimesini bile bilmiyor düşünün. Musevilikten gelen çöl geçme ve su bile içilmeyen oruç benzetmesi. Sonrasi daha da efsane: Sans eseri yine bu hafta sonu Nat Geo da “Tabu” adli belgeseli izledim. Uyusturucu ve toplumlardaki etkilerinden bahsediyor izleyin. Neyse, Hindistan da Şaman kafasindan bahsediyor belgeselde, olay su, adamlar sabah aksam surekli “uyusturucu” tüttürüyorlar, nedeni ise ancak bu sekilde ruhlari dünyevi bosluklardan ariniyor ve dogru yolu görüyorlar. Simdi bu Şamanlari ben bir gun once izleyip üzerine bizim agactan cikan adami gorunce dedim bu Şaman. Ki zaten oyle cikti, adam yeşil otlara dogru koştu, zehirli denilen kagidi yedi, ve ayin başladi. Müzik dans ve şarkıcı lider tam bizim belgeseldeki şamanlarin aynisi.. Cok cok süper vermiş Şaman kafasini adamlar yeşil otlar uzerinde kendinden gecti ve sonra adamin uzerinde harita belirdi ve dogru yol gorundu.. Super.. Sonra yine arinma uzerine Mevlevi kafasi vardi. Tam ayni mantik diye biliyorum ruhun arinmasi. Baya iyi..
Filmde portakalin kullanilmasi da cok hostu bizler icin.. Hele yasli adamin portakali alip disleriyle oyun yapmasi efsanevi “godfather” sahnesine super bir göndermeydi.. Her zaman cok hos bulurum o sahneyi koskoca Godfather saklabanlik yapar ve birkac saniye sonra ölür.. Adam resmen film icinde film övmüs, ayni şaklabanlık yapıldı ve adam öldü sanki... Süper. Sinema göndermelerinin en mükemmeli filmin basinda, anahtar deliginden gelen gölge yansimasi ve ters gorulen gölge olayı idi. Sinemaciligin baslangicina saygi duruşu yapmış adam.. Bravo! Ki sonra eski film görüntüleri ve chaplin ile saygı duruşuna devam etmiş.
Başka ne diycektim lan, ha mekan ve müziklere yorum bile yapmiyorum bile yuh dedirten yerler vardi. Bir senfoni sanki butun film devam etti, Mozart miydi neydi bilmiyorum, cok hostu. Renkler acilar felan mest etti beni, sanki fotograf gibi kare kare hesap edilmis gorseller kac yilda cektiler bu kadar yeri bilmiyorum. Yada bilgisayar hilesi mi lan bunlar? Sikerim ha.. Mekanlarda bir kac kez gecen labirent kafasi da guzeldi, hayat labirent düşüş ve ölüm kurtuluş kafasi gibi geldi bana.. Ruyalar ve labirentler kafasini inception dan aldik bu hafta, krediyi kime verecez bilemedim simdi..
Düşmek üzerine hic girmiyorum herkes ayri şekilde düştü cok efsanevi düşüşlerden; kolenin oklar uzerine düşmesi bir destan da vardi diye biliyorum. Düşme kafasinin insanlik tarihinde Adem Havva hikayesi ile başlamasi da konunun çok derin yerlere gittiğini söyleyebilir, o zamandan beri düşüş var ve belki aşk da var. Herkes de düşerek öldü gibi geldi bana ama emin degilim.. Kizin düşüşünden sonra gelen abuk görseller ise resmen ucurdu beni, kilitlendim. Masalin biterken adam ve kız arasinda yasananlar mutlu son olmasi olmamasi ve tüm bunlarin gercek hayatta bir aşk hikayesi ile bağlantili olmasi...
Neyse gunlerce yazarim ama yine de anlatamam gibi geldi simdi filmi.. Baska türlü birsey cünkü... 10 verdigim filmler azdir, her birinde takacak bir yer bulurum, masal kafasini hayal dünyasini da cok sevmem bilirsiniz.. Ama bu film olmuş.. 10 degil 11 olmuş... Olmayi birak sanatin zirvesine vurmuş, bir sanat eseri kıvamında.. Hatta o maske kafasi da bir sanat eserinden galiba, bir resim miydi neydi?
Size daha nice temiz ruhlu gunler dilerim..
Osman
Tek sikinti; filmi yalniz izledim dostlar. “Vay anasini! Yuh aq!” tarzi yorumlari yalniz yapmak kesmedi ondan yazayim dedim, hem tekrar mahiyetinde kafayi toplamak hemde abi cok farkli kafalar vardi diye anlatmak icin.. Ustelik bu sefer kaynaklari da okumadim internette, dur dedim ben kafamdakini yazayim, sicarsak sivayacak birsey buluruz diyorum.. Bu arada telefonlar, takilmalar ve altyazi sikintisindan cok yavas izledim filmi, ondan bu kadar detaya sarmış olabilirim.. Dolayisiyla size izlediginizi varsaydigim filmi anlatacam yeni bir sey degil. Ha izlemediysen okuma artik yazimi, sana degil o zaman, spoiler icerir bozar keyfini...
Bak bundan sonra komple “the fall” spoiler---- kitleleri hedeflemiyorum oylesine yaziyorum sadece izlerken konusmadigim icin ve son kez uyariyorum... izlemediysen okuma..
------ Spoiler ------
Oncelikle bu hafta izledigimiz cok cok iyi sinifinda yer alan “inception” adli filmden sonra bunu izlemek iyi oldu. Inception da gorsellik, fikir ve senaryo orgusu iyiydi ama daha fazla derinlik daha fazla sembolizm daha fazla felsefe bekledik ya, tam kesmedi gazimizi dedik ya, bu filmde detaya ve sembole doyduk.. hatta bir ara vizyon karsisinda zevkten kahkaha attim, adam ne yapmis be abi.. Ha diyecegim sudur ben kendi anladigimi yaziyorum, uzman degilim gotumden uyduruyor da olabilirim, sictiysam kusura bakmayin..
Direk giriyorum detaylara dostlar, oncelikle oyunculuk ile baslayalim.. Kucuk kiz dokturmus filmde abi, bu kadar dogal bu kadar keyifli bir oyunculuk gormedim.. Ingilizce aksani, kelime dagarcigindaki yetersizlik, tek kolunu kullanarak yaptigi el hareketleri efsanevi... Bayildim kiza, kim bulduysa ellerine kollarina saglik...
Masal olayi bambaska, gercek vs masal iliskisi cok cok iyi yapilmis.. Hatta bir ara masal kimin masali diye kitlendigim anlar oldu. Soyle ki, adam “indian” diyerek kizilderili adam koyuyor filme, kendisi kovboy ya, kiz zayif ingilizcesi ile “hintli” yapiyor onu.. Yani masali adam anlatiyor ama kizin anlayışı ve bakis acisiyla izliyoruz, bir kac yerde yine bu yasaniyor baya iyiydi.... En sonda zaten kiz “benim hikayem de boyle olmaz” diyor ya kimin hikayesi iyice karışıyor orada... Adam git başkasindan dinle happy ending istiyorsan olayi da cok iyi...
Karakterler bir efsane.. Darwin, ki kendisini grubumuz icinde saygiyla anariz, cok ince sekilde dokundurulmus.. Bilirsiniz, Darwin’in bir ogrencisinden “ilham aldigi” aslinda olayin ogrencisinde oldugu soylenir. Yandaki maymun aslinda herseyi soyluyor kendisi de krediyi aliyor ya, cok cok hosuma gitti. Onun maymun olmasi ayrica iyiydi.. hele hele maymunun durdugu kaseden cocugun cikmasi tecavuz gibi oldu, maymundan gelme kafasi bu kadar mi guzel verilir emegine saglik..
Gelelim daha ince olaylara: Kelebek kafasi.. Bilirsiniz kelebek ruhun yeniden dogusunu, reankarnasyonu simgeler. Dusus, intihar vs yeniden dogus kafasi ile kelebek bu kadar mi guzel koyulur ortaya be abi.. Ince ince alttan kelebek vardi tüm filmde.. hayran birakti bravo..
Kelebek demisken hemen sahne gecislerine geciyorum, kelebegin adaya donustugu sahne, kahve dokulen ortuye basilan elin kana gecisi, agactan adam cikmasi ve daha nice gecisler efsanevi idi. Hay aq diye bagirdim tek basima evde.. bir gorsel sov yaratti.
Dinsel ogelere deginmek gerekirse, ruhu temizleme ve arinma kafasi farkli dini sembollerle nasilda güzel verilmis alttan.. Sayarsak bir kacini: hristiyanliktan aldigi kilise ve ekmek parcasi sahnesi vardi mesela, ruhun arınması için yenirmiş, kiz o kadar saf ki ruh kelimesini bile bilmiyor düşünün. Musevilikten gelen çöl geçme ve su bile içilmeyen oruç benzetmesi. Sonrasi daha da efsane: Sans eseri yine bu hafta sonu Nat Geo da “Tabu” adli belgeseli izledim. Uyusturucu ve toplumlardaki etkilerinden bahsediyor izleyin. Neyse, Hindistan da Şaman kafasindan bahsediyor belgeselde, olay su, adamlar sabah aksam surekli “uyusturucu” tüttürüyorlar, nedeni ise ancak bu sekilde ruhlari dünyevi bosluklardan ariniyor ve dogru yolu görüyorlar. Simdi bu Şamanlari ben bir gun once izleyip üzerine bizim agactan cikan adami gorunce dedim bu Şaman. Ki zaten oyle cikti, adam yeşil otlara dogru koştu, zehirli denilen kagidi yedi, ve ayin başladi. Müzik dans ve şarkıcı lider tam bizim belgeseldeki şamanlarin aynisi.. Cok cok süper vermiş Şaman kafasini adamlar yeşil otlar uzerinde kendinden gecti ve sonra adamin uzerinde harita belirdi ve dogru yol gorundu.. Super.. Sonra yine arinma uzerine Mevlevi kafasi vardi. Tam ayni mantik diye biliyorum ruhun arinmasi. Baya iyi..
Filmde portakalin kullanilmasi da cok hostu bizler icin.. Hele yasli adamin portakali alip disleriyle oyun yapmasi efsanevi “godfather” sahnesine super bir göndermeydi.. Her zaman cok hos bulurum o sahneyi koskoca Godfather saklabanlik yapar ve birkac saniye sonra ölür.. Adam resmen film icinde film övmüs, ayni şaklabanlık yapıldı ve adam öldü sanki... Süper. Sinema göndermelerinin en mükemmeli filmin basinda, anahtar deliginden gelen gölge yansimasi ve ters gorulen gölge olayı idi. Sinemaciligin baslangicina saygi duruşu yapmış adam.. Bravo! Ki sonra eski film görüntüleri ve chaplin ile saygı duruşuna devam etmiş.
Başka ne diycektim lan, ha mekan ve müziklere yorum bile yapmiyorum bile yuh dedirten yerler vardi. Bir senfoni sanki butun film devam etti, Mozart miydi neydi bilmiyorum, cok hostu. Renkler acilar felan mest etti beni, sanki fotograf gibi kare kare hesap edilmis gorseller kac yilda cektiler bu kadar yeri bilmiyorum. Yada bilgisayar hilesi mi lan bunlar? Sikerim ha.. Mekanlarda bir kac kez gecen labirent kafasi da guzeldi, hayat labirent düşüş ve ölüm kurtuluş kafasi gibi geldi bana.. Ruyalar ve labirentler kafasini inception dan aldik bu hafta, krediyi kime verecez bilemedim simdi..
Düşmek üzerine hic girmiyorum herkes ayri şekilde düştü cok efsanevi düşüşlerden; kolenin oklar uzerine düşmesi bir destan da vardi diye biliyorum. Düşme kafasinin insanlik tarihinde Adem Havva hikayesi ile başlamasi da konunun çok derin yerlere gittiğini söyleyebilir, o zamandan beri düşüş var ve belki aşk da var. Herkes de düşerek öldü gibi geldi bana ama emin degilim.. Kizin düşüşünden sonra gelen abuk görseller ise resmen ucurdu beni, kilitlendim. Masalin biterken adam ve kız arasinda yasananlar mutlu son olmasi olmamasi ve tüm bunlarin gercek hayatta bir aşk hikayesi ile bağlantili olmasi...
Neyse gunlerce yazarim ama yine de anlatamam gibi geldi simdi filmi.. Baska türlü birsey cünkü... 10 verdigim filmler azdir, her birinde takacak bir yer bulurum, masal kafasini hayal dünyasini da cok sevmem bilirsiniz.. Ama bu film olmuş.. 10 degil 11 olmuş... Olmayi birak sanatin zirvesine vurmuş, bir sanat eseri kıvamında.. Hatta o maske kafasi da bir sanat eserinden galiba, bir resim miydi neydi?
Size daha nice temiz ruhlu gunler dilerim..
Osman
7 Mayıs 2010 Cuma
6 Mayis'ta neler oldu?
6 mayis günü ilginç bir gün, bir yandan Avrupa borsalarinda Yunanistan ve yüksek borçlanma nedeniyle düşüş haberleri geliyor, bir yandan da son bir aydir iyi datalar geliyor Amerika'dan. Dolayisiyla Amerikan borsalari hafif düşüşle açılıyor ama sıkıntı yok, yine de güçlü duruyor. "Avrupa batsın biz iyiyiz ya!" diyor sanki.
Ne olduysa ögleden sonra saat 14:55 te oluyor, bir anda cok sevdiğimiz P&G'de, yillardir dunyanin en duzgun giden her sene ufak ufak yukselen ancak hiç sert hareket etmeyen canim sirketimizin hisselerinde bir satis görülüyor. Yanliz satış öyle büyük ki, bitpazarinda gavur mali gibi satış ki, buyuk krizde bile guclu duran istikrar abidesi hisseler bir anda tabana kadar dusuyor.
Simdi bu hareket, tamamen otomatiğe alinmis tüm emirleri canlandiriyor, biliyorsunuz NY'da computer based trading yasal. Adam bilgisayara emir vermiş, ulan bu P&G hisseleri guclu eğer ki 65$ dan, 55 $in altina inerse bir sıkıntı vardır, o zaman hiç vakit kaybetmeden ne var ne yok satışa gir diyor. E bu P&G deki hareket tum computer simulated islemleri sokuyor piyasaya... zaten Dow dedigin dunyanin en buyuk 30 şirketi: P&G satildigini goren bilgisayar, wal-marti satiyor, kraft, coca cola, IBM derken tum automated trading islemleri dusuyor piyasaya (simulated stop loss koruma programlari sayesinde).
Bu arada herkes borsa salonunda Yunanistan'ın batışını izliyor, insanlar isyanda Atina'da ölenler var, New York borsasinda islemler goruluyor, P&G tak 65'ten tak 40 lari goruyor, diger otomatik emirler de diger hisseleri dusuruyor. Derken herkes "noluyor lan?!" diyor "bilinmeyen bir durum mu var?, Euro mu batti ne oldu amk. bende satarim o zaman!" diyor. Yani bilgisayarlardan sonra, bu sefer insanlar da panikle başlıyor satmaya kimse neden ne oluyor demiyor, kesin Avrupa'da bi bok oldu diyor, cok mantikli geliyor cunku 6 Mayis gununun psikolojisinde. Orada bir bok duydu birisi yoksa böyle olmaz diyor.
Sonra akli selim bir bankaci mi borsa baskani mi ne acikliyor: Bu hareket normal degil, bu sirketlerde bir sikinti yok, olsa olsa hata olmustur, kontrol edilsin diyor. O oyle deyince, bu sefer yine panik, ulan hatadan satmisiz toplayalim bari, sikeyim bu bilgisayar programini otomatik sattirdi bize hisseleri diyor, bu sefer alimlar basliyor. Anlık olaylardan bahsediyorum, tum bu olan biten 3-5 dakikada oluyor; V seklinde bir 10 dakikalik grafik olusuyor, ama yine de hisseler baslangic pozisyonuna cikmiyor.
Borsa baskani acil acikliyor: "Teknik hata yok olsa olsa kisisel bir hatadir, yanliz kimsenin piyasaya ve fiyatlara guveni yok boyle mi olacak yani, normal mi hepiniz sattiniz, yaziklar olsun, cok tehlikeli o zaman bugunlerde yatirim yapmak diyor. Risk boyutunun ne hale geldigini gordunuz diyor. Kıçı kırık 2 aylik analist yanlis tuşa batsa tum dükkanları kapatacak mıyız bu mudur?" diyor! Insanlar da fiyatlar yine yukselmis o zaman almiyim geri yarin gene duser belki diye almiyor. borsa 5% dusuyor.
Simdi, ilk P&G hisse senedinde ne oldu da bu hale geldi ortalik?
- ilk aciklama: teknik bir hata yok, bir yatirimci/ analist, yanlis rakam girdi herhalde. (bin hisse satacagina milyon satmis; use excel my friend!)
- Sirket aciklamasi: Bizde herhangi bir yamuk yok, herhalde kişisel bir hatali işlem oldu.
- Benim, bazi yazarlarin ve ekonomi medyasinin görüşümüz: son yillarin en buyuk vurgunu olduğu yönünde. Kimse uyanmadan piyasayi 1000 puan dusurup yine 600 puan yukselttiler, Avrupa daki panikten faydalanip computerized islemlerin açığından yakaladilar, yuksek sekilde kaldiracli pozisyonlarla bu harekette1 e 50 kazanmis adamlar olabilir.
Peki sonuçta ne oldu?
-Sonucta dun ABD borsalarinda 1 Trilyon dolar para eridi! bir gunde. Ha bu islemden kazanan oldu mu bilmiyorum ama enteresan bir sey görmüş olduk:
25 Mart 2010 Perşembe
Haberci bildiriyor- "Dünya huzura kavuştu"
İlk kez 1965 yılında yerinden çıkan ve uzun yıllardir aranmakta olan Dünya'nın çivisi, 78 ülkenin destegiyle kurulan Dünya Güvenlik Örgütü tarafından bulundu. Çivi görkemli bir tören ile yerine takılırken, yurtta ve dünyada büyük sevinç gösterileri düzenlendi.
25 Ocak 1965 yılında ilk kez yerinden çıktığında; "dünya tarihinin en büyük felaketlerinden biri, Dünya'nın çivisi çıkmış, vay halimize" sözleriyle nitelendirilen Dünya'nin çivisi, dönemin Amerikan başkanı Johnson önderliğinde kurulan Dünya Güvenlik Örgütü tarafından bulunup yerine çakıldı. Dünya Güvenlik Örgütü başkan yardımcısı Atalay Şehmuz yaptığı açıklamada "Gelecek nesiller için büyük önem taşıyan çivi bulunmuştur, tüm Dünya'ya hayırlı uğurlu olsun" dedi.
Türk Ustalar da Ekipteydi
Kurulduğu günden bu yana Dünya'nın önde gelen 1500 ustasının görev yaptığı örgütte 14 Türk usta da görev yapıyordu. 30 yılı aşan emeğin olumlu sonuç vermesinden çok mutlu olduğu gözlenen Türk usta Erdem Yapar, "Dünya'nin çivisi yerinden çıktığından bu yana büyük üzüntüler yaşanıyordu artık bu acıya bir son verdik, bundan sonra herşey daha güzel olacak." diye konuştu.
Görkemli Tören
Madrid'de bir samanlıkta görülen iğnenin yanında bulunan çivi, tüm dünyada 40 milyon kişinin canlı olarak izlediği bir törenle yerine çakıldı. Törende Amerikan rock grubu Metallica sahne alirken, Türk halay grubu da halay çekti. Tören sonrası Türk Marangozlar derneği ise bir uyarı mesajı yayımladı. Çivinin yerine takılırken tahtanin yeterince zımparalanmadığını belirten dernek başkanı Ergin Karan, "İtalyan marangoz çiviyi çakarken hata yapti, o tahtaya dübel gerekirdi, şimdi bu çivi bir kaç ay sonra tekrar çıkar." diye konuştu. Konuşurken ağzından bir an için bile sigara izmaritini atmayan marangoz, çiviyi en iyi şekilde ancak Türk ustaların çakabileceğini iddaa etti.
Dünya Güvenlik Örgütü yetkilileri Ergin Karan'in iddaalarını dikkate almazken, çivinin tekrar çıkması ihtimaline karşı tüm önlemlerin alınacağı garantisini verdi.
7 Mart 2010 Pazar
Tarihin Akışını Değiştiren Bilimadamları
Tarihte bazı insanlar var ki bir yaşama bu kadar fazla bilgiyi ve icadı nasıl sığdırdıklarına şaşırıyorsunuz. Özellikle de son 50 – 60 yılda fizik ve matematikte çok büyük değişiklikler olmadığını gördükçe internetin olmadığı, paylaşımın ve iş birliğinin çok zor olduğu 17. ve 18. yüzyıllarda bu kadar çığır açan icatların yapılması beni hayrete düşürüyor.
Ayrıca bu devirde yaşayan bilim insanları sadece belli bir konuda da dünyayı bir adım öteye götürmemişler; fizikten mimariye, matematikten felsefeye kadar neredeyse her konuda söyleyecekleri birşeyler varmış. Bunlardan benim aklıma gelen ilk 2 kişi;
- Sir Isaac Newton (1642-1727) : Calculus’teki ve ışık-renk ile yaptığı buluşlara ek olarak fizik dersi almış herkes Newton’un Hareket Kanunları’nı çok iyi bilir. Ondan tam üçyüz yıl sonra bile kanunlarında en ufak bir değişme olmamış ve hala üniversitelerde okutulmaya devam ediyor.
- Robert Hooke (1635-1703) : Aslında her ne kadar buluşlarından çok Newton’un onun fikirlerini “ödünç” almasından bahsedilse de Hooke, biyoloji, gazların yapısı, mimari ve meteoroloji gibi dallarda büyük buluşlarla ortaya çıkmıştır. Özellikle fizikte bulduğu cisimlerin esnekliği ile ilgili formüller Newton’ı bu kadar efsane hale getiren formüllerin altyapısı olarak sayılabilir.
Dediğim gibi benim hala aklımın almadığı şey nasıl oluyor da bu kadar yıl önce bu kadar kusursuz formüller geliştirmiş olmaları. Hem de bu kadar farklı alanlarda... Aslında bir komplo teorim var bunlarla ilgili ama onu daha lakayıt bir yazıya saklıyorum :)
Tarihi değiştiren bilimadamları yazısında sadece iki kişiden bahsetmek büyük ayıp, büyük ihtimalle bu insanların yanında sayılabilecek onlarca insan var tarihin akışını değiştirmiş diyebileceğimiz. Hemen aklıma gelenler; Darwin, Leonardo Da Vinci, Descartes, Tesla, Edison, Mendel ve tabii ki Einstein.
Etiketler:
Bilimadamları,
Hooke,
Newton,
tarihi değiştirmek
5 Mart 2010 Cuma
4 Mart 2010 Perşembe
10 Sürreal Animasyon
Hande'nin paylaşımı...
Galileo from Ghislain Avrillon on Vimeo.
Papierkrieg from Makaio Tisu on Vimeo.
Devamını şuradan seyredebilirsiniz...
Galileo from Ghislain Avrillon on Vimeo.
Papierkrieg from Makaio Tisu on Vimeo.
Devamını şuradan seyredebilirsiniz...
3 Mart 2010 Çarşamba
Seyircinin Yönlendirdiği İnteraktif Sinema
Yıllardır böyle birşey olmasını istiyordum adamlar yapmış gerçekten. Bir zamanların macera kitapları vardı ya hani bilmem ne olsun istiyorsan 8. sayfaya git yoksa 11. sayfaya git sen de aralarına parmaklarını koya koya hikayeyi 8 kere bitirmeye çalışırdın... Bu da onun gibi olacak sanırım, baya da güzel olacak bence...
1 Mart 2010 Pazartesi
Mutluluk FM
Şimdi servis icinde kadın erkek eşitsizliği yaşandığı için çok mağdurum, yolda hergün Joy FM dinlemekten, ya kendimi kaybedercesine uyuyorum yada iş yapmak icin hevesle kendimi servisten atıp ofise kaçıyorum.. Joy FM, kimilerine göre gay müziği yapıyor.. Katiliyorum, yarım saat dinledikten sonra insan biraz yumuşuyor rahatlıyor, ama seveni çok. “Easy listening” tarzında ve kaliteli yabancı şarkılar çalıyor, bilirsiniz.
Velhasil uzun zamandir takipteyim, çalan neredeyse tüm şarkıların Türkçe versiyonları var, bu kadar olmaz... Hani kanalı bir değiştirsen tüm şarkıların Türkçe aranjmanlarından “Mutluluk FM” diye bir radyo oluşturabilirsin.. Ve enteresan bir kitlesi de olur ha..! Biraz örnek vereyim de; kaynak “bir yerin” demeyesiniz;
-Mia Pisto al Fosforo Sezen Aksu : Beni Yak Kendini Yak
-Consuelo Luz : Ercan Saatci/ Yastayim
-Kimler geldi kimler gecti / Ask eski bir yalan / Memleketim.... vs vs vs...
Peki neden Türkçe aranjmanlar bu kadar sık kullanılmış? Neden Türkiye özgün sanat eseri yaratamamış, Yunanistan/ İspanya / Fransa’da bu kadar yabanci dil aranjmanı şarkı var mi? Yok tabi...
Hiç düşündünüz mü neden elin Fransız’ı sanat eseri yaratıcılığını kullanırken nasıl bir Türk onu alıp Türkçe sözler eklemiş ve inanılmaz ünlü olmuş? Hatta direk Gönül Yazar “ La femme de mon Ami” yi “ Arkadaşımın Aşkısın”; ve “Life goes on” şarkısını “Hayat Geçiyor Hemen” ile direk sözlük misalı Türkçe’ye çevirmiş. Olmuş mu?
Hadi olmuşsa, bugün günümüzün en iyi aranjmanı “Sana değil kardeşine” şarkısı neden çalıntı damgası yedi? Sen değil misin Ajda’ya Türkçe çeviriler ile “süperstar” diyen. Erol Evgin’e kendi şarkısı yokken “ailemin şarkıcısı” diyorsun ya. Gerçi tamam bir Sezen Aksu’yu biraz ayrı tutuyorum, Sezen’in kafasına erişmek için herhangi bir şarkıcının daha çok yemek yemesi portakal tarlasında kendini kaybetmesi gerekir.
Şimdi dostlar, bu akım 70 ve 80 yıllarında doruk noktasına ulaşmış. Bu dönem enteresan, ithal ürün bulunmuyor, ki buna sanat eseri de dahil. Ulaşamadığı müziksel değerleri bile Türk üretim ile halletmeye çalışıyor. Sanayi ürünleri gibi ithal ikameci politika yani, Arçelik, Tofaş, Efes gibi markaların çıkışı da bu döneme rastlar. Ancak özellikle günümüzde orjinal içeriğe ulaşmak daha kolay, şimdi yabancı şarkıyı kullanmak tepki doğruyor. Ancak Avrupa her zaman ulaşmış orjinal içeriğe, bilgiye. Bu yüzden adam zorunda kalmış ve özgün eserler çıkarmış.
Bir başka nedeni ise, Türk’ün inanılmaz gücü; tembellik. Adam yan gelip yatmayı görev edinmiş, hazırı var kullanıyor. Yaratmaya üretmeye inanmayan bir toplumuz daha ne olsun! Bu millet Orta Asya’nin yemyeşil ovalarını, ırmaklarını kuruttu, çöl yaptı oraları. Resmen bir kıta boyunca ne kadar bağ bayır varsa hepsini yedi. Yetmedi, Çin’e dadandı, adamı ülkesine hapsetti, kilometrelerce duvar ördü milyonlarca Çinli. Artık otur birşey üret değil mi? Hayır, kavim kavim toplandı, Avrupa’ya kadar yürüdü, Fransızların / Germenlerin bile düzenini bozdu, Roma’yi devirdi. Osmanlı gibi bir devlet kurdu, ama sanayi kuramadı, alacak yer kalmayinca onu da batırdı... Tembel oğlum bu ülke, genlerinde bu var...
Diyeceğim şudur ki, 20-30 yıl yediniz zaten yabancı şarkıcıların ekmeğini, üretin artık. Üreten sanatçıya saygımız sonsuz; bakınız Serdar Ortaç’a: “Melek misin gümüş söğüt dalı mı?”.....
Velhasil uzun zamandir takipteyim, çalan neredeyse tüm şarkıların Türkçe versiyonları var, bu kadar olmaz... Hani kanalı bir değiştirsen tüm şarkıların Türkçe aranjmanlarından “Mutluluk FM” diye bir radyo oluşturabilirsin.. Ve enteresan bir kitlesi de olur ha..! Biraz örnek vereyim de; kaynak “bir yerin” demeyesiniz;
-Mia Pisto al Fosforo Sezen Aksu : Beni Yak Kendini Yak
-Consuelo Luz : Ercan Saatci/ Yastayim
-Kimler geldi kimler gecti / Ask eski bir yalan / Memleketim.... vs vs vs...
Peki neden Türkçe aranjmanlar bu kadar sık kullanılmış? Neden Türkiye özgün sanat eseri yaratamamış, Yunanistan/ İspanya / Fransa’da bu kadar yabanci dil aranjmanı şarkı var mi? Yok tabi...
Hiç düşündünüz mü neden elin Fransız’ı sanat eseri yaratıcılığını kullanırken nasıl bir Türk onu alıp Türkçe sözler eklemiş ve inanılmaz ünlü olmuş? Hatta direk Gönül Yazar “ La femme de mon Ami” yi “ Arkadaşımın Aşkısın”; ve “Life goes on” şarkısını “Hayat Geçiyor Hemen” ile direk sözlük misalı Türkçe’ye çevirmiş. Olmuş mu?
Hadi olmuşsa, bugün günümüzün en iyi aranjmanı “Sana değil kardeşine” şarkısı neden çalıntı damgası yedi? Sen değil misin Ajda’ya Türkçe çeviriler ile “süperstar” diyen. Erol Evgin’e kendi şarkısı yokken “ailemin şarkıcısı” diyorsun ya. Gerçi tamam bir Sezen Aksu’yu biraz ayrı tutuyorum, Sezen’in kafasına erişmek için herhangi bir şarkıcının daha çok yemek yemesi portakal tarlasında kendini kaybetmesi gerekir.
Şimdi dostlar, bu akım 70 ve 80 yıllarında doruk noktasına ulaşmış. Bu dönem enteresan, ithal ürün bulunmuyor, ki buna sanat eseri de dahil. Ulaşamadığı müziksel değerleri bile Türk üretim ile halletmeye çalışıyor. Sanayi ürünleri gibi ithal ikameci politika yani, Arçelik, Tofaş, Efes gibi markaların çıkışı da bu döneme rastlar. Ancak özellikle günümüzde orjinal içeriğe ulaşmak daha kolay, şimdi yabancı şarkıyı kullanmak tepki doğruyor. Ancak Avrupa her zaman ulaşmış orjinal içeriğe, bilgiye. Bu yüzden adam zorunda kalmış ve özgün eserler çıkarmış.
Bir başka nedeni ise, Türk’ün inanılmaz gücü; tembellik. Adam yan gelip yatmayı görev edinmiş, hazırı var kullanıyor. Yaratmaya üretmeye inanmayan bir toplumuz daha ne olsun! Bu millet Orta Asya’nin yemyeşil ovalarını, ırmaklarını kuruttu, çöl yaptı oraları. Resmen bir kıta boyunca ne kadar bağ bayır varsa hepsini yedi. Yetmedi, Çin’e dadandı, adamı ülkesine hapsetti, kilometrelerce duvar ördü milyonlarca Çinli. Artık otur birşey üret değil mi? Hayır, kavim kavim toplandı, Avrupa’ya kadar yürüdü, Fransızların / Germenlerin bile düzenini bozdu, Roma’yi devirdi. Osmanlı gibi bir devlet kurdu, ama sanayi kuramadı, alacak yer kalmayinca onu da batırdı... Tembel oğlum bu ülke, genlerinde bu var...
Diyeceğim şudur ki, 20-30 yıl yediniz zaten yabancı şarkıcıların ekmeğini, üretin artık. Üreten sanatçıya saygımız sonsuz; bakınız Serdar Ortaç’a: “Melek misin gümüş söğüt dalı mı?”.....
25 Şubat 2010 Perşembe
Haberci Bildiriyor "Meg Ryan'dan Şok Açıklama: Artık Romantik Komedi Çekmeyeceğim"
Şu ana kadar oynadığı 30'un üzerinde romantik komedi filmiyle yeni çıkmaya başlamış çiftlerin adeta can simidi olan Meg Ryan bundan sonra o tür filmlerde oynamayacağını belirtti.
"Mavi Boncukçu Oldum"
Hollywood'un zamanında gözde bekarlarından Antonio Banderas, Hugh Jackman, Nicolas Cage gibi yıldızların da aralarında bulunduğu bir çok aktörle başrolü paylaşmış olan Ryan, "Yaşım kemale erdi artık, bu kadar çok kişiyle öpüşmekten çocuklarımın yüzüne bakamaz oldum. Mahallede adım mavi boncukçu oldu. Bundan sonra eve çağırdığınız kızlara Hugh Grant filmleri seyrettirin onlar da yeterince boş ve klişelerle dolu amacınıza ulaşmanıza yardımcı olacaktır" diyerek bulunduğu zor durumu hayranlarıyla paylaştı.
"Yerinde Bir Hareket"
Amerika'da şok etkisi yaratan bu habere ilk yorum 2 Oscar ödüllü Tom Hanks'dan geldi "Valla ben iki kere onunla film çekme hatasına düştüm, Allah'ı var kadın güzel sarışın filan ama zor yani bunlarla uğraşmak. Seyirci bunu istiyor tabi, adamlar bir günden bir güne bu boş bakışlı suratımla bu karıyı nasıl kaldırdı diye gelip sormadı. Yerinde bir hareket yapmış bence, yeni gelen romantik komedicilerin önünü açmak gerek." Ryan'a destek mi olduğunu yoksa tiksindiğini mi gösteren bu sözleriyle camiada dedikodulara sebep oldu.
"Çaresiziz"
Warner Bros'un üst düzey yöneticilerinden Haluk Çengel, bu karara çok üzüldüklerini yerine yeni insanlar denedilerse de ne yazık ki başarılı olamadıklarını açıkladı. Bundan sonra sadece akıl kurcalıyıcı, sonu başı belli olmayan filmler çekmeye karar verdiklerini söylerek basın toplantısına son verdi.
Haberci Bildiriyor - "Bahtsız futbolcu önündeki maçlara bakarken düştü!"
Afyonkarahisarspor'un santrforu Ahmet Düşerkalkmaz önceki gün yaptıkları Şebinkarahisar maçından sonra önündeki maçlara bakarken, sahadaki çukuru görmeyerek içine düştü.
Son 17 maçın, 17'sini de kaybeden Bank Asya 1. Lig ekiplerinden Afyonkarahisarspor'un ünlü santrforu Ahmet Düşerkalkmaz, önceki gün yaptıkları Şebinkarahisar maçından sonra rutin basın açıklamasını gerçekleştirdi. Açıklamada, yenildikleri için üzgün olduğunu söyleyen Düşerkalkmaz, artık önlerindeki maçlara bakacaklarını söyledi. Açıklamanın ardından soyunma odasına doğru ilerleyen futbolcu sahadaki derin çukuru görmeyince hızlıca içine düştü. Takım arkadaşları ve rakip takım oyuncuları tarafından zorlukla çukurdan çıkarılan futbolcunun olayın şokunu atlamadığı gözlendi.
Ünlü santrforun adını vermek istemeyen bir takım arkadaşı Düşerkalkmaz'ın çok uzun süredir sürekli önündeki maçlara baktığını, bu sebeple evde ne kadar masa, sandalye varsa hepsine çarptığını, yine aynı sebeple 4 kez ayak serçe parmağını kırdığını belirtti.
Konuyla ilgili açıklama yapan kulüp doktoru Can Avar, Düşerkalkmaz'ın ancak 2 ay sonra sahalara dönebileceğini açıkladı.
Haberci Bildiriyor - "Denizli'de Trajedi"
Denizli'de çocukluk arkadaşı olan Osman Atalay(26) - Naziye Ateş(25)evlenmeye karar vermişlerdi. Ömür boyu sürmesini planladıkları mutluluklarını aile ve arkadaşlarıyla paylaşmak adına düzenledikleri düğün ise trajediye dönüştü. Sevdiklerinin katılımıyla Narenciye mahallesi düğün salonunda dünya evine giren gençlerin mutluluğu henüz başlamadan bitmiş oldu.
Mutlu Başlamıştı
Konukları teker teker kapıda karşılayan gençler takı töreninden sonra halay ve danslarla düğünü kutladılar. Bir hayli kalabalık olduğu gözlenen düğünde, biricik evlatlarını dünya evine uğurlayan Atalay ve Ateş aileleri de sabahın ilk ışıklarına kadar eğlendi.
Damat Halayi ve Çiftetelli oyunlarından sonra sıra yeni evli çifti uğurlamaya geldi. Erkek arkadaşları tarafından beline vurularak "beline kuvvet damadim" sloganları ile salondan uğurlanmaya başlanan damat, arkadaşlarından Erdem Yapar'ın salonda bulduğu kalasla kendisine vurarak beline kuvvet vermesi sonucu hayatını kaybetti.
Oldukça üzgün olduğu gözlenen Erdem Yapar; "Bir an için heyecana kapıldık, adet yerini bulsun diye vurmaya devam ettik, işin bu hale geleceğini düşünemedim, çok pişmanim." dedi. Ailelerin sinir krizleri geçirdiği olay sonrası Denizli Emniyet Müdürlüğü düğünlerde bu tip olaylarının yaşanmaması için kamuoyuna büyük görev düştüğünü belirten yazılı bir açıklama yayınladı. Büyük görevin detayları ise medya mensupları ile paylaşılmadı. Erdem Yapar ise düğün sonrası tutuklu olarak yargılanmak uzere Denizli Cezaevine gönderildi.
Denizli halkı isyan etti
Geçtiğimiz günlerde yine Denizli'de, düğünde boynuna 34 kilo altin takilan gelin boyun kırılması sonucu hayatını kaybetmişti. Aynı ay içerisinde ikinci düğün şokunu yaşayan Denizli halkı kaderine isyan edip, devlet yetkililerini göreve çağırdı. Denizli Belediyesi ise düğünlerde asayişi sağlamak adına düğün zabıtaları adı altında bir ekip kurulacağını belirtti.
Denizli düğün salonları derneği yetkilisi Burak Serefli; "Düğün gelenekleri bizim kültürümüzün bir parçası, bu tip olaylar insanları düğün yapmaktan soğutuyor, bir kaç kendini bilmezin yaptığı hareketi tüm düğünlere mal etmemek gerekiyor" diyerek halkı sağduyulu olmaya davet etti. Halk ise sağduyulu olmaya beklenen ilgiyi göstermeyerek daveti yanıtsız bıraktı.
Mutlu Başlamıştı
Konukları teker teker kapıda karşılayan gençler takı töreninden sonra halay ve danslarla düğünü kutladılar. Bir hayli kalabalık olduğu gözlenen düğünde, biricik evlatlarını dünya evine uğurlayan Atalay ve Ateş aileleri de sabahın ilk ışıklarına kadar eğlendi.
Damat Halayi ve Çiftetelli oyunlarından sonra sıra yeni evli çifti uğurlamaya geldi. Erkek arkadaşları tarafından beline vurularak "beline kuvvet damadim" sloganları ile salondan uğurlanmaya başlanan damat, arkadaşlarından Erdem Yapar'ın salonda bulduğu kalasla kendisine vurarak beline kuvvet vermesi sonucu hayatını kaybetti.
Oldukça üzgün olduğu gözlenen Erdem Yapar; "Bir an için heyecana kapıldık, adet yerini bulsun diye vurmaya devam ettik, işin bu hale geleceğini düşünemedim, çok pişmanim." dedi. Ailelerin sinir krizleri geçirdiği olay sonrası Denizli Emniyet Müdürlüğü düğünlerde bu tip olaylarının yaşanmaması için kamuoyuna büyük görev düştüğünü belirten yazılı bir açıklama yayınladı. Büyük görevin detayları ise medya mensupları ile paylaşılmadı. Erdem Yapar ise düğün sonrası tutuklu olarak yargılanmak uzere Denizli Cezaevine gönderildi.
Denizli halkı isyan etti
Geçtiğimiz günlerde yine Denizli'de, düğünde boynuna 34 kilo altin takilan gelin boyun kırılması sonucu hayatını kaybetmişti. Aynı ay içerisinde ikinci düğün şokunu yaşayan Denizli halkı kaderine isyan edip, devlet yetkililerini göreve çağırdı. Denizli Belediyesi ise düğünlerde asayişi sağlamak adına düğün zabıtaları adı altında bir ekip kurulacağını belirtti.
Denizli düğün salonları derneği yetkilisi Burak Serefli; "Düğün gelenekleri bizim kültürümüzün bir parçası, bu tip olaylar insanları düğün yapmaktan soğutuyor, bir kaç kendini bilmezin yaptığı hareketi tüm düğünlere mal etmemek gerekiyor" diyerek halkı sağduyulu olmaya davet etti. Halk ise sağduyulu olmaya beklenen ilgiyi göstermeyerek daveti yanıtsız bıraktı.
24 Şubat 2010 Çarşamba
Blogumuzun İkinci Yazısı
Nasıl ya e biz birinci yazıyı görmedik o nerde diye düşünüyorsunuz heralde. Yok! Yani en azından şimdilik yok. Çünkü birinci yazıyı yazmak zor, çünkü daha içinde ne olacağını bilmeden toparlamak, umut vermek, beklenti yükseltmek zor. Ondan dolayı biz hazır hissedene kadar birinci tanıtım yazımız olmayacak.
Hem aslında bu çok kullanılmayan bir şey değil, artık Amerika’daki dizilerde ilk olarak pilot bölümü çekmiyorlarmış 3. veya 4. bölümü çekiyorlarmış çünkü dizinin gerçekten tutup tutmadığı pilot bölümün başarısına göre değerlendirilirmiş ve 1-2 bölüm birlikte çalışan oyuncular birbirlerine daha çok alışıp pilot bölümü daha başarılı hale getirirlermiş.
Belki bizimki de böyle olur diye umuyorum yazılar başladıktan sonra neyden bahsettiğimiz daha iyi ortaya çıkacaktır ve tanıtım yazısı da daha güzel olacaktır. Tabi her kim yazacaksa o yazıyı aşağıdaki karikatürdeki gibi kadar olmasa da zorlu bir görev bekliyor olacaktır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)