1 Aralık 2011 Perşembe

Ben Kılıçdaroğlu'nun oğluyum.

Bakın şimdi sizi bi helezona sokucam...

Önce şuna bi göz atın. Sadece başlığa bakmanız bile yeterli: http://www.ntvmsnbc.com/id/25301987

Konu, Kılıçdaroğlu'nun oğlu. Kendisi bedelli askerlik yapmayacakmış. Böyle buyurdu babası.

Bedelli askerlik yanlısı değilim. Düzeltiyorum, askerlik yapmama opsiyonunun sadece parası olana veya krediyi ödeyebilecek olana bahşedilmesi yanlısı değilim. "Türkiye'nin güçlü bir ordusu vardır" tezine, "Bizim ordumuz böyle olmasa bize naaparlardı, nasıl işgal ederlerdi belli değil" teorisine hizmet etmektense işine gücüne bakması gereken; hayatına verdiği (en az) 6 aylık ara kurduğu şirketin gidişatına, annesinin tedavisine, çocuğunun eğitimine, evinin çekip çevrilmesine sekte vuracak olan adamlar var. Bu ülkede kıt kanaat geçinen adamlar var ve onlar askere gitmek zorunda ve kim bilir ülkenin neresine.

Askerlik nedir? Siz ne gördünüz bilmiyorum ama ben hatırı sayılır miktarda arkadaşımın askere gidiş-gelişini izlemiş biri olarak konuşacağım. Bu insanların komandosu da vardı, Kars'ta, Sarıkamış'ta, Kıbrıs'ta, Malatya'da veya İstanbul Gayrettepe'de yapanı da, Kütahya'da havacı olanı, Ayvalık'ta turizm jandarma olanı da... Ortak yönleri şuydu: Ordunun bir neferi olmaktan ziyade, kayıtlı ve şartlı olarak kayıtsız şartsız "sir yes sir" demeyi öğrenmeleri/öğretilmeleri, suyu fazla harcamamaları, "koğuş kalk!"maları (orduevinde yatan uzun dönemleri tenzih ediyorum), yataklarını düzgün toplamaları, "askere gidip adam ol"maları. Şimdi savaş çıksa, toplu tüfekli, süngülü savaş mı çıkacak; çıksa, ne olacak, rahat mı uyuyacağız 18 gün/1 ay eğitim aldıkları için usta nişancı, kahraman asker çıkıveren arkadaşlarımızı cephede düşünerek? Bizi koruyorlar diye?

Arkadaşlarımın çoğundan daha çok atış talimi yapmışımdır sahildeki balonlara ateş ederek, o zaman beni alsınlar askere. Ömür Gedik ile kankalanmayan namerttir.

Şimdi ben kendimi Kılıçdaroğlu'nun oğlunun yerine koydum, ulan ne acayip şey. Param var mesela, hayatımın (en az) 6 ayını işimden gücümden ayrı geçirmek istemiyorum. 6 ay ortadan kaybolursam sektörden silineceğimi düşünüyorum belki. Ama MBA bile yapamıyorum, çünkü Kılıçdaroğlu'nun oğluyum, çünkü bana "askerden kaçmak için yapıyor bak bak" derler. Derleer, derler; yapmasa da yaptı derler...

Ben Kılıçdaroğlu'nun oğluyum. Adım önemli değil. Hayatım üstünde hükmüm yok, soyadım sebebiyle verilmiş kararlara bağlı yaşıyorum. Balet olabilir miydim mesela? Askerlik konusunda kendi kararımı verebilir, icabında vicdani redçi olabilir miydim? Eşcinsel olabilir miydim? İmam hatip lisesine gidebilir miydim? Türbanlı bir kızla evlenebilir miydim, tamam türban siyasi simgedir ama, çok sevseydim mesela? Sapıtabilir miydim orada burada, sarhoş olup kavga çıkarabilir, ehliyeti kaptırabilir miydim? Çok fazla veya çok az çocuk yapabilir miydim?

Soyadımı milletin gözüne sokmak söyle dursun, icabında saklayabilir miydim?

Öte yandan "efendim sınır karakoluna gönderilmeyeceği belli bir adamın bedelli yapmayacak olması" zırt vırt konuşmak, Van'a yardım için maaşını gönderen milletvekiline "hadi ordan ne olacak senin maaşınla" demek gibi aynı. Yani, saçmalığın dik alası. Ne yapsın yani, sınır karakoluna gönderilmeyi mi istesin adam, kendini birilerine ispatlamak için? Dağ komandosu mu olsun illa?

Bir de şunu düşündüm, bu anti-gemicik kafayla Kılıçdaroğlu isteyebilirdi de belki sınır karakoluna gönderilmemi. Bir baba olarak tabi ki istemezdi ama sonunda "kısmet böyleymiş, işte biz Türk milletinin her ferdi gibiyiz, ayrıcalıklı değiliz" deme fırsatı elde ettiğine sevinebilirdi azıcık. Ama değil bu ülkenin muhalefet partisi başkanının oğlunu, soyadı Kılıçdaroğlu olan kimseyi sınır karakoluna göndermezlerdi ki zaten. Kura mı dediniz? Hıhı, tabh.

Şimdi çıkın bakalım girdiğiniz helezondan ve söyleyin: Bedelli askerlik yapsam mı, yapmasam mı, her şekilde hakkımda ne düşünmeniz caizdir?


(Bu yazı eşzamanlı olarak yazıkalır...'da da yayınlanmaktadır.)

21 Kasım 2011 Pazartesi

İbrahim Sadri olmayı istemek, İbrahim Sadri olmanın yarısıdır.

Aslında her şey, Onurlu'nun neden deri ceket giymediğini bizlerle paylaşmasıyla başladı... "Gökhan Özen'in deri ceketi ile yazlık mekanda çektiği üşüyorum ödünç ver ellerini klibinden" dolayı deri ceket giymediğini açıklaması, Gökhan Özen sempatizanları tarafından tepkiyle karşılandı. "Sen o kıyafetin,bir klip için seçildiğini anlamamışsan,zaten deri ceket giyme be arkadaş,sana yakışacağını hiiç sanmam:)))" gibi bir tepki veren bir günboyuGökhanÖzenyazıpTwitterdaaratıyorumkifırsatçıksınbirilerinelafsokayım'cı karaktere (ki biz kendisine bundan sonra kısaca "abidik" diyeceğiz) gereken cevabı vermekte hiç beis görmedi tepkisel hareketin simgesi Onurlu: "yok ben genelde ironiden anlamayan nesle bi siktir git ya derim ;)" (Abidik'in bu cümledeki göndermeyi anladığını hiç zannedilmemektedir.)

Tüm bunlar olmadan önce, Onurlu deri dekete karşı tavrını ilk açıkladığı esnada bellatrix, deri ceket denince akla gelen başka bir simayı hatırlatmayı kendine borç bildi. Zaten Twitter böyle gereksiz işler için var, değil miydi?

"ama deri ceketini kırmızı boğazlı kazağın ve 'o' gidince yediğin soğan ile kombinleyerek ibrahim sadri de olabilirsin!"
İbrahim Sadri (temsili)

Onurlu hiç durur mu, yapıştırdı cevabı:

"hatta 'gardaşımla oturduk yer sofrasına, anamın mintax kokulu masa örtüsü üzerinde paylaştık hayatımız gibi son dilim ekmeğimizi' gibi dörtlükler bile yazarım, benden acaip ibrahim sadri olur, tam benim tasvir tarzımda bir adam ehe"


"Mintaks iyi güzel de, aşksız olmaz hacı" diyen bellatrix, elbette başka bir üstadı anmadan geçemeyecekti...

"araya iki satır da aşk atarsan, hafif eziklenerek böyle, cezmi ersöz oldun bitti :)"


Bu esnada, sıkı takipçi zaphod beeblebrox araya girip, ikiliye beklenen açıklamayı yaptı:

"acımasızlığınızın hastasıyım."


Acımasızlık boşuna değildi, belki hayat bizi bu hale getirmişti, belki felek döner tekme atmıştı (tam bilemiyoruz, kaçırdık orasını) ama bu sözcük, bu "acımasızlık" sözcüğü gurbet ellerde kendine yeni bir yaşam yaratan Onurlu'yu derinden etkilemiş, ona ilham kaynağı olmuştu...

"acımasızlık zalımlık nedir ki gardaşım, anamın mintaks kokulu bembeyaz masa örtüsü üzerine, bir bardak çayı bile bile boşaltmak mı yoksa? çocukluğumda anamla gittiğim pazarlar geldi aklıma, gardaşımın belinden eşofman altı için altığımız don lastiği geldi aklıma. zamane aşkları gibi nereye çeksen oraya uzuyordu... oysa bankadaki veznedar bile şahitti bizim Allah sevgisi kadar temiz,bir çocuk bakışı kadar neşeli aşkımıza"


Ve Onurlu, farkında olmadan, "acaba olsam mı?" derken, bir İbrahim Sadri oluvermişti bile! Sonuçta İbrahim Sadri olmayı istemek, İbrahim Sadri olmanın yarısıydı (yarım İbrahim Sadri görüntüsünü çocukların ulaşabileceği yerlerden kaldırınız)

Velhasıl, siz de İbrahim Sadri olabilirsiniz. Fiziksel ve gardropsal şartları karşılayıp, boş 5 litrelik ayçiçek yağı kutularına çiçek ektikten sonra hala aklınıza bir şey gelmiyorsa, ilham için burayı tıklayabilirsiniz. Yazdığınız şiirleri youtube'daki boşlara gönderip onlara google görselli, yedi karanfil müzikli klipler de hazırlatabilirsiniz. Hadi yine iyisiniz (böyle dedik diye de favori uzatmaya başlamayın aman ha!)


(Bu yazı eşzamanlı olarak yazıkalır...'da da yayınlanmaktadır.)

16 Kasım 2011 Çarşamba

Twitter Öyküleri


twitterstories diye bir adres çıktı karşıma geçenlerde. İnsanların değişik hikayeleri ilgimi çekti...



Mesela bir adam var (@EverydayDude), annesinin kitapçı dükkanını kurtarmak için konuyla ilgili tweet atıp, bir de cin fikirle geliyor: 50 doların üstünde alışveriş yapan herkese bir burrito ısmarlamak! Sonuçta kitapçı kapanmak şöyle dursun, en iyi sezonunu yaşıyor. Tam bir Shop Around the Corner hikayesi: You've Got Mail çekildiği yıllarda internete bağlanma sesleri yerine Twitter olsaydı, o dükkan kendiliğinden kurtulurdu belki de?

Başka bir örnek de bir sinema eleştirmeni (@ebertchicago): Kanser ameliyatları sonrasında sesini kaybeden Roger Ebert, yazdığı köşe, kitapları, blogu ve Twitter'ı ile kendine bir ses edinmiş adeta.

Kahire'de cinsel tacize uğrayanları korumak ve tacizin gerçekleştiği bölgeleri deşifre etmek için @harassmap hesabını açan Rebecca Chiao'nun amacı, bunu tüm dünyayı kapsayacak şekilde genişletmek.

Norveçli değil ama Japon balıkçılar, günlük avlarını daha tekneleri karaya dönmeden satabilmek için teknelerinin isimleriyle hesap açmışlar. @yoshieimaru ve @Kageyamamaru hesaplarıyla, yakaladıkları balıkların fotoğraf ve videolarını da paylaşıyorlar üstelik!

Biz "kan aranıyor" mail ve tweetlerini pek ciddiye almayız, bıkmışızdır artık çünkü. Ama @ChrisStrouth için durum öyle olmuyor. Yıllarca böbrek hastalığı ile boğuştuktan sonra, nakil yapılması zorunlu hale geldiğinde "Sh*t, I need a kidney" yazıyor ve 19 kişiden yanıt alıyor. Sonunda, yıllardır görmediği bir arkadaşı ona böbreğini bağışlıyor.

Uzaydan ilk tweet'i 12 Mayıs 2009 tarihinde atan @Astro_Mike için bir şey söylemeye zaten gerek yok, daha ne yapsın adam?! Benim ilgimi daha çok, bundan birkaç gün sonra yazdığı şu cümle çekti ama: "From orbit: We see 16 sunrises and sunsets in 24 hrs, each one spectacular as the sun lights up the atmosphere in a spectrum of colors" İnanılmaz değil mi bir günde onlarca günbatımı görmek; iskemlesini şöyle bir kımıldatsa oldu bitti...

Buraya eklenebileceğini düşündüğümüz bir hikayemiz olursa, gönderebiliyoruz da.

Bizim 15 dakikalık ünümüz de böyle bir şey olabilir mesela?


(Bu yazı eşzamanlı olarak yazıkalır...'da da yayınlanmaktadır.)

6 Kasım 2011 Pazar

Altyazı Kaynaklı Gergin Düşünceler

SATC ve iki filmini bitirdiğimiz için evin arkaplanında sürekli dönen Friends'in DVD'si içinde aynı zamanda The Good, The Bad and the Ugly ve başka bir-iki film de var. Friends'lerin altyazısı yok ve bizim salak DVD player her yeni bölümde ilk altyazıyı sokuyor devreye. Her bölüm, "_Viski? _Evet." veya "(Tahran, İran)" diye başlıyor. Bazen biz öyle izlemiyoruz ki televizyonu, o altyazı bölüm boyunca devam ediyor.

Yine pek diziye bakmadığımız, baktığımızdan da bir şey anlamadığımız bu gece, kuzenin aklına bir cin fikir geldi.

Bir insanla, doğduğu andan itibaren belli bir dilde konuşulur ve diğer tüm yazılı materyalden uzak tutularak televizyon ve filmler başka bir dildeki altyazılarla izletilirse, o insan o dili okuduğu şekilde mi öğrenir? Mesela, Türkçe dublajlı filmler izletilirken altyazılar hep İngilizce olsa, o kişi "balık" telaffuz edilen kelimeyi "fish" diye mi yazacaktır?

Üstüne, bazı kelimeler de özellikle yanlış çevrilse, bu adamı düzeltmek için kaç yıllık bir terapi gerekir acaba...

Çok ürpertici ve gergin bir düşünce değil mi bu? "Çatı"yı okur gibi hissetmediniz mi kendinizi?

Yoksa sadece kuzenle ben mi öyle hissettik?

(28 Ekim 2011, Gayrettepe)
Bu yazı eşzamanlı olarak yazıkalır...'da da yazyınlanmaktadır.

31 Ekim 2011 Pazartesi

Starbucks @ Boğaziçi University


Bizim okula Dunkin' Donuts açılıyorken vaktiyle, ne olay olmuştu allahım! O kuzey kampüsün çirkin binalarının, sürekli tavaf edilen ve şimdi gitsem fizik laboratuvarını yine bulamayacağım KaBe'sinin, içi güzel dışı çirkin kütüphanesinin orta yerine kondurulmuştu bir Dunkin' Donuts standı. Dükkan değildi, içine iki kişinin sığabileceği bir standdı olsa olsa.

Olay çıkmıştı. Biz arada kütüphaneden çıkıp donut yiyen emperyalist piçlerdik. Kantinde Nestlé gofret vardı, ona para vermek günah değildi tatlı su sosyalistliğinin raconunda.

Sonra birileri dedi ki "Sosyete Kantin'in yerine Burger King açılacak." Hemen toplanıldı, çimlerin üstü el ilanlarıyla doldu, camlar çerçeveler indi aşağı. Burger King açılmadı, bu yüzden midir, bilmiyorum ama sanmam. Onun yerine ne idüğü belirsiz tavuk parçaları satılıyor aynı yerde.

Bu değneğin "salak mısınız yea" diyen ucundaydım ben, ben de başka bir laciverttim sonuçta. Hala da öyleyim. Neye karşı savaştığımı bilmeden savaşmadım hiç. Bu savaşın beni, bizi kutsala ulaştırmak şöyle dursun, keyifle geçmesi gereken iki satırlık ömrümüzden yediğinin farkındaydım. En önemlisi de, şirket protesto etmek adına Saatli Bina'nın o güzelim duvarlarını rezil edip sonra da o sayıp sövdüğüm şirketlerin kapısında yatmadım iş için. O şirketlerde çalıştım, o şirketlerde çalışabileceğimi her zaman bilerek büyüdüm çünkü. Değişmedim.

Geçenlerde dostum Cem Yapar "okulda Starbucks açılmış" dedi. Şaşırdım, "neden duymadık?" dedim. "Bilmem, berberin yerine açılacakmış işte" dedi. Kaç yıllık berberin!!?! "Berber içeri alınacakmış" dedi sonra, oh, neyse.

Okula bu aralar pek gitmedim; 1. Erkek Yurdu'nun yeni, Study'nin bitmiş halini görmedim henüz. Merak ediyorum, ama üzülüyorum da; statükocuyum ya hani, değişmeseydi be o kulüp odası filan... Berberi merak etmem de ondan ya zaten. Neyse, konu o değil. Benim okula gidip gitmemem etkilemezdi böyle zamanın büyük haberlerini duymamı eskiden. A-aa... Boğaziçi Üniversitesi'ne Starbucks açılmış ve kimse bundan bahsetmemiş; kimse olay çıkarmamış, önünde oturmamış, feysbukta bunun için kampanya yapmamış, öyle mi?

"Vay be Cem" dedim, "Nerde o eski tatlı su sosyalistleri..."

Gülünecek bir şey vardı, güldük.



Konuyla ilgili ayrıntılı dalga için buraya:
Mekan bilgileri için şuraya.

Bu yazı eşzamanlı olarak yazı kalır...'da yayınlanmaktadır.

27 Ekim 2011 Perşembe

Deprem Vergisi Icimizde

Standart baslayacagim- Van depreminde yasamini yitirenlerin topragi bol olsun, yaralilara acil sifalar. Ancak tabi boyle seyler olmasin da madem oldu, neler yanlis yapildi neler yapilmaliydi bir elestirel bakalim isterim. Uslubumu bilirsin sokak agziyla yazacagim, turkcesi hataliysa turkce severlere ozur...

3 gundur bir yaygara deprem vergilerimiz neredeymis, hadi van i bastan yapsinlarmis vs vs. simdi bu benim ekonomist damarlarimi deprestirdi. Onu yazacagim, musait bi zamanda cadir meselesi ve diger sorunlara da gireriz diye umuyorum.

Olaya bastan bakalim. 99 depremi oldu, buyuk yikim bir suru kamu harcamasina ihtiyac oldu, devlet guclukle harcama yapti. Ancak para bitti, devlet buyuklerimiz (ki o zaman Ecevit hukumeti vardi) dedi ki, ben depreme cok harciyorum, bunun icin para ayirmamistim... bi vergi koyacam herkes destek ciksin dedi. Gecici olacak su harcamalar bitsin kaldiririz dedi.. Ve dikkat et bunun icin oiv ve otv vergileri hayatimiza girdi. Deprem sonrasi harcamalar sayesinde devletin parasi bittigi ve para almak icin kondugu icin buna halk ve komuoyu "deprem vergisi" diye lakap takti. Ne mevzuatinda ne de uygulamada, bu verginin deprem yatirimlari ve deprem icin bir fon olacagi gecmiyordu.

Velhasil bu sayede devlet o ekstra 19 milyar dolarlik 99 depremi yukunden biraz nefes aldi. ancak daha sonra biliyorsunuz, ulke krizlere girdi, ekonomi sikintiya dustu. resmen battik. ulkede bizi kurtaracak adam bulamayinca dervisi cagirdik. o donem ve sonrasi o kadar culsuzduk ki gecici diye adini koydugumuz oiv yi kalici yaptik.. dedik ki, abi gene devlette para yok batiyoruz herkes elini cebine atsin, kemer sIksIn.. :) yani anlayacagin, yine o paranin deprem icin kullanilacagi konusunda bir numara yok. actik batiyorduk. Devlete kaynak lazimdi. Bu. Bak adi falan da "deprem vergisi" degil..

Dervisin ekonomik plani butce disiplini uzerine kurulu. der ki, sen devlet olarak surekli borclanma ihtiyaci duyuyorsun, borclandikca batiyorsun, battikca daha borclaniyorsun siciyoruz. bundan cikacaz, abuk subuk borc almayacagiz, usturuplu harcayacagiz. devlet kuculecek isci cikacak ozellesecek borca ihtiyacin azalacak. sistem bu. isledi mi? isledi. Simdi diyen var ki "e ben zenginlesmedim?" E ama "eben zenginlesti"... ulke zenginlesmedi diyen ahmaklik yapar. ha gelir adaletsizligi var mi var. (yine de bir cok ulkeden iyi) herkesin arabasi evi oldu. sistem isliyor, carklar donuyor. Eski tip zenginlikten yeni usul zenginlige gectigi icin, para el degistirdigi icin, eski zenginler yakiniyor, ama bir cok gosterge dogru yolda oldugumuzu gosteriyor.

Neyse, deprem vergisi neymis? deprem icin alinan bi vergiyle alakasi olmayan, OIV adi altinda devlete para almak icin gerekli bisiymis. Ustelik ulkemizin vergi sisteminde hazine birligi vardir. (tahsis i adem miydi hukuki adi neydi) o da soyledir, kasada tum vergiler birikir, evin tum parasinin birikip faturalarin oradan odendigi gibi oradan butce icindeki seyler odenir. damga vergisi damga alimina, petrol vergisi petrol alimina gitmez. para toplanir butce toplanir oradan harcanir. "E ama su vergiyi niye baska seyler icin harciyorlar?" diye bir soru sacmadir. Ulkenin kurulusundan beri sistem budur...

Simdi adam sana dese o para da diger vergilerden bi farki olmayacak sekilde saglika egitime altyapiya dis borca gitti demekte hakli mi? hakli, cunku verginin ozunde herhangi bir vergiden farki yok.. niye olsun? butcede ne varsa onu yapiyor. Ve inan bana butce disiplini saglaniyor, az borclanma hatta fazlalarla bu is toparlaniyor. Ulke bu disiplinle buyuyor.

Onun disinda, diyebilirsin ki gene de devlet biraz harcamaliydi deprem icinde.. hah simdi geldik oraya.. Ben niye bunlari yazma ihtiyaci duydum? neden senin gozunde "abi hukumeti koruyor bu, tayyipci bu ae!" konumuna geldim? cunku yanlis elestirerek dogruya ulasamayiz. Bu kadar kotu elestirirsek devleti populizme sova, bos muhabbete sevk ederiz. ihityacimiz olan soru deprem vergisi nerede? degil, deprem icin nasi bi plan yapardik? Bunu butcede nasil cozerdik? Senin soruna adam yol yaptik diye cevap verip geciyor, basit cunku.. ben diyorum ki bunun plani nerde bu plani yapalim uygulayalim artik.

Sikintisi ne biliyor musun? Senin o paralari neye odedigini bile bilmemen.. gercekten deprem harcamasi yapiliyor ve bundan sonraki depremler icin para birikiyor mu saniyordun? Senin ulkenin butce sikisikligindan haberin yok mu? Vergi politikalarindan haberdar misin? Neye gore oy veriyorsun? Butcesinde deprem yatirimi olan partilere mi oy atiyorsun, icraatlari takip ediyor musun? yoksa sadece ideoloji misin? Suruyu takip mi ediyorsun?

Bi cozum onermeden de birakmayacagim... Deprem vergisi hic olmadi bunu cikar artik.. devlet butcesi de karun un hazinesi degil, onu yapsin bunu yapsin diyemeyiz. diyorsan o butce yapilirken diyeceksin.. kamuoyu yaratacaksin, suna su kadar harcamayalim sunu harcayalim diyeceksin. sen yillar boyu sus, sonra ee ben buna para biriktiriyoruz saniyordum. E bende sen bir farkindalik ile yasiyorsun saniyorum. koyunmussun o zaman sen?

Bazi tavsiyler ilk akla gelenler: oncelikle su yikilan binalarin sorumlusuna (onayliyandan tut, belediyeye kadar) vereceksin cezayi, -adam oldurme.. sonra denetim. uygun olmayan binaya vereceksin cezayi,-olume tesebbus.. belediyeyi bile denetleyeceksin. Konut stogunu degistirmek icin destek cikacaksin, tesvik olur, yasli konuta ek vergi ile olur. tum dunyaya insaat yapiyoruz, insaata devam... ozel sektor girecek bu ise sen tek basina yapamazsin... o binalar donusecek, o gecekondular yikilacak.. Bir film bir belgesel neyse biraz da korku vereceksin.. balkondan sarkan klimaya bile depremden duser diye cezayi basacaksin.. yardim kuruluslarini toparlayip organize edeceksin. sistemin olacak gerekirse siren calip tatbikatini yapacaksin tum sehirlerde. bak deprem ulkesi dedigin yerde duvara tablo asarken cift taraftan kemerle sabitliyor adam.. bunu yapacak bilince sokacaksin beni... Ama bunlar yaparken karni da doyacak adamin. Ac adama hani tablondaki deprem emniyet kemeri diyemezsin, o yuzden butce disiplininden de vazgecmeyeceksin.

yani deprem vergileri nerede demeyeceksin. bunu zaten onceden bileceksin. yasaminda, ulkende, dunyada kudretin oldugunu hissedeceksin. dusuneceksin dusundurteceksin....

26 Ekim 2011 Çarşamba

çizenlerden

Erinç'e gelsin.
Gerçi biz muhabbeti her zaman severiz ama :)

‘‘I prefer drawing to talking. Drawing is faster, and leaves less room for lies."

Le Corbusier

20 Ekim 2011 Perşembe

Yalnız ve Güzel Grooveshark'ımız

Grooveshark denen eli öpülesi, dibinde yatılası sitede ortak bir hesap kullanıyoruz arkadaşlarla; herkes oraya ekliyor ne ekleyecekse ki, hepimiz nasiplenebilelim birbirimizin dinlediğinden. İmece mi dersin, besin paylaşmak mı, artık her neyse.

Amma velakin, sarpa sardı burası da haliyle. E normal, hepimiz bok hepimiz çok diye. Ben de tutkuyla sevdiğimiz yalnız ve güzel grooveshark hesabımızın iki-üç tıkla tahlilini yapayım dedim, naçizane...

Playlist var, adı hareketli tandans. İçinde iki tane şarkı var. Hık diye kalıveriyorsun hareket ederken.

Playlist var, adı daytrippin'. Yüz yıldır orada olmasa diyeceğim ki içindeki iki şarkının üstüne ekleme yapılacak, acele edilmiyor, orasını burasını mıncıklayıp dibini koklayarak seçiliyor şarkılar... Ama yok. dedim ya, yüz yıldır orda. Ne day, ne trip var ortada. "Takılırken kitlendiğim şarkılar" bile değil, öyle bir tripsizlik mevzubahis. (Bu arada, Galuchat'yı listene attım Onurlu, dinle bak bakalım kitliyor mu:))

Playlist var, adı türkçesi. Adına bakma, yerli-yabancı karışık kaset. Yerliler de, "teoman-en iyiler" bile değil, 3-4 tane grubun bulabildiğin tüm şarkıları. O grupların da kendilerine has playlist'leri var ha, yanlış olmasın.

Playlist var, adı güzel müzik. Hah iyi dedin, kaliteli müzik gibi aynı (hani vardı ya...). İki tane grup seçilmiş, bulunan tüm şarkıları oraya dizilmiş. Sanırsın ki dünyada ruhun gıdası iki tane grup var.

Playlist var, adı 010111, 27.02.2010 veya 98934801. zamanın birinde, bir gün otururken dinlenmiş müzikler. O günü mü hatırlıyoruz bu playlist'i çaldıkça, aşkımızı mı yad ediyoruz, senede bir gün kafalarına mı giriyoruz, belli değil.

Playlist var, adı 23-05-flugtag. İçinde Müslüm Gürses var, seçmece; iki Yeni Türkü, bi Bülent Ortaçgil, bi Duman. Flugtag'a gitmeden dinlendi miii, yoksa bu müzikler dinlenirken flugtag misali uçuldu muuu, orasını karıştırma.

Playlist var, içinde şarkı yok. Naaays!

Girip şu hesabı güzelce bir şartlamak lazım aslında. Seni seçtim dostum Cem Yapar. Nihayetinde, tüm dizilere, filmlere düzgün isimler ve klasör simgeleri vermeyi kendine görev edinmede benden beter bir adamsın. Fuzuli işler, en sevdiğim...

Hadi ben de bir şarkı armağan edeyim de İzmir marşıyla olmasa da, bando mızıka gidelim. Ale hop, yallah!


(Bu yazı eşzamanlı olarak yazıkalır...'da da yayınlanmaktadır.)

6 Ekim 2011 Perşembe

21 Eylül 2011 Çarşamba

9 Eylül 2011 Cuma

'coz we got high

_ Kapici, pardon, "apartman gorevlisi" olabilirsin. Beles is. Hic para odemeden oturdugun binayi satin alirsin sonunda. Ne yapacaksin ki, sabahlari bi servis, aksamlari bi cop toplama...
_ Ama senin icin cop toplamak sikinti olur Cem...
_ Evet yapamam ben onu. Usenirim.
_ Sarkidaki gibi olursun, diyo ya, "odami toplayacaktim ama sonra 'coz I high"
_ Hangi sarki o be? Calsana!



(Cem, Osman, bellatrix)
(09 Eylul 2011, Akatlar)

3 Eylül 2011 Cumartesi

Hepimiz çiçeğiz...

(Bu yazı yazıkalır...'da da yayınlanmaktadır.)

Hepimiz yatağın üstünde uzanıp saatin kaç olduğunu düşünmediğimiz uzun öğleden sonraları, dostları, müziği ve kedileri seviyoruz.

İst'ten anladığımız sadece İstanbul. Fikrimiz sorulsa, kapitalist, sosyalist, anarşist olmak yerine hippi olmayı yeğlerdik.

Kalben çiçek çocuğuz, hepimiz, çiçeğiz... ve çiçekler portakal suyu ister.

31 Temmuz 2011 Pazar

çarşaftan yelkeni


_ Alo, naber?

_ İyidir, senden?

_ İyi nolsun, oturuyoruz. DVD’ci var ya bizim, onun için aradım ben seni. Biz istemiyoruz ama sen istiyosan alalım?

_ Aa, ne güzel. DVD varsa istiyorum.

_ Tamam.

_ Ha yalnız VCD istemem.

_ Yok, VCD varmış hep bu aralar.

_ İstemem o zaman, VCD var evde. Daha sonra belki.

_ İyi o vakit, hadi öptüm.

_ Hadi bay.


VCD sevmiyoruz, kalitesiz oluyor. Ama DVD yok diye, yani, gelip bulmasın mı bizi bu kafa?

Moruk, yok böyle bi sinema!


Görsel: Mika - Lollipop (klip)

Bu yazı yazıkalır...'da da yayınlanmaktadır.

3 Temmuz 2011 Pazar

lose para - lose kenevir

Ataşehir'de bir apartman dairesini seraya çeviren C.C. vardı aylar önce, bildiniz mi? Geçenlerde sosyal medya ona benzer yeni bir haberle sarsıldı. Sarsıldı dediğim, sarsıla sarsıla güldü. Böyle haberler ebeveynlerin kafalarını sağa sola sallayıp cıkcıklayacakları türden olduğundan, televizyonlarda pek rağbet görmezler. Ancak zırtapoz haber sitelerini karıştıranlar bulur da feysbukta filan paylaşırsa böyle yayılır yayılır durur işte, çok yayılır, önünü alamazsınız öyle böyle yayılır...


Edirne Belediyesi'nin ektiği çiçekler kenevir çıktı

Edirne Belediyesi’nin yeni açtığı parka ektiği çiçekler kenevir çıktı. (...) Konuyla ilgili bir açıklama yapan Edirne Belediye Başkanı Hamdi Sedefçi, belediye çiçekliğinde kullanılan toprakların Yunanistan sınırındaki Karaağaç semtinden alındığını belirterek, ’’Hint keneviri tohumları, Meriç Nehri ile aramızda sınır olan Yunanistan’daki tarlalardan bir şekilde bizim topraklara geliyor. Yunanistan tıbbi alanda kullanmak için sınırdaki tarlasına çok sayıda Hint keneviri ekmiş durumda. Belediye çiçekliğinde biz ekmediğimiz halde kullanılan toprak dolayısıyla Hint keneviri çıkıyor’’ dedi. (...)

Haberin tümünü şuradan okuyabilirsiniz.


Ah bebeyim ya, Afrika'dan muzun içinde gelen üçüncü kat böceği misali, Yunanistan'dan "bi şekilde" gelen tohum ne kadar inanılası? İşin kötüsü, tüm bunlar muhtemelen doğrudur da!

Keşke "özellikle müptezellerin kullandığı yasal el ve dudak kremleri için kenevir üretiyoruz" diyeydiniz, işin içinde yabancı şirket olunca ceza meza da olmazdı, "işte her şeyi Amerika pilanlamış" der geçerdik. Şimdi hiç yoktan ceza ödenecek bir sürü, üstelik kenevir de yok, lose-lose situation.


(03 Temmuz 2011, İstanbul)
Bu yazı yazıkalır...'da da yayınlanmaktadır.